24 Nisan 2022 Pazar

TÜRKİYE KARŞITI 100 YILLIK BİR ÇARPITMA “1915 OLAYLARI VE ERMENİ TEHCİRİ MESELESİ

 


Geçtiğimiz yüzyıl tarihte birçok kırılma noktasının mevcut olduğu müstesna bir dönemdir. Bu yüzyılda dünya savaşları, yıkılan imparatorluklar ve devletler, değişen ve gelişen sınırlar ve tüm bu süreçler doğrultusunda yaşanan acılar ve hüzünler tarihin tozlu sayfalarında yerini almıştır.

 

Tarih 20. Yüzyılı tüm gerçekliği ile yazar iken gerçeklerden kaçıp farklı algı oyunları ile tüm gerçeklikleri çarpıtarak çıkar elde etmek isteyen kişi ve hatta devletler bulunmaktadır. Günümüzde her coğrafyada yaşanan acılar sadece tarih kitaplarında kalmamış anne ve babalar çocuklarına acıları ve hüzünleri anlatmış, bu hüzün dolu hikâyeler anekdotlar ve anılara taşınmıştır.

 

Kimi olaylar çarpıtmalar doğrultusunda çıkar elde etmek ve kirli siyasi oyunlara alet edilmek için gerçekliklerle bağlantıları kopartılmıştır.

 

1915 yıllarında Anadolu coğrafyası birçok hüzün yaşamıştır. Osmanlı İmparatorluğu Birinci Dünya harbinde Çanakkale'de, Kafkasya'da, Hicaz, Filistin ve Irak'ta ve daha nice bölgede Anadolu insanı tarif edilmez acılar yaşamıştır. Tarih yaşanan tüm acılara ve yaşanmışlıklara şahit iken kimi kişiler, oluşumlar ve devletler ise tarihi olayları çarpıtmaktan geri durmamışlardır.

 

Bu çarpıtmaların en belirgin örneği ise 100 yıldır farklı söylemler ile bir Milleti suçlu ve günahkâr ilan etmek için adeta yarışa girenlerin her sene ısıtıp ısıtıp önümüze koydukları Ermeni meselesidir.

 

Kafkasya Cephesi'nde Osmanlı topraklarına saldıran Rus ordusu ile birlik olan kandırılmış Ermeni çeteleri tarafından maalesef arkadan vurulmuş olduk. Yüzlerce yıl aynı coğrafyada barış ve huzur içerisinde yaşamış olan insanları birbirine kırdırmak için adeta yarışa giren emperyalist güçler 1915 yıllarında belli grupları belli vaatlerle ( bu vaatler Doğu'da Ermenistan Devleti kurmak gibi) kandırarak silahlandırmış ve Anadolu insanı başta Erzurum, Kars, Van, Erzincan ve birçok bölgede katliamlara maruz kalmıştır.

Yaşanan tüm bu elim olaylar sonrasında Doğu Anadolu’da yaşanan çatışmalar sonucunda on binlerce insanımız hayatını kaybetmiştir. Düşman orduları ile birlik olan, çeteler kuran ve bu çetelere yataklık eden kişilere önlem olarak ve Doğu vilayetlerinde yaşayan sivil halkı korumak ve vatan savunması için bölgedeki Ermenilerin başka bölgelere taşınması doğrultusunda Sevk ve İskan Kanunu çıkartılmıştır.

Tehcir kararını döneminde uygulayan Talat Paşa ve Rauf Orbay arasında geçen anılardaki şu diyalog Sevk ve İskan Kanunun gerekliliğini açıkça ortaya koymaktadır.

“Rauf Bey, düşmanlarımızın hatta dostlarımızın bizi şiddetle tenkit ve itham eyledikleri Ermeni tehciri meselesi de vardır. Fakat bizim yerimizde kim olsa idi, memleketin selameti namına bunu yapmaya mecburdu.

Düşünün bir kere; ordularımız, sayıca ve teçhizatça kat kat üstün düşman kuvvetleri karşısında adeta dişi ile tırnağı ile bir ölüm kalım mücadelesi yaparken vatandaş bildiğimiz Ermeniler, bütün menzil yolları boyunca silahlanıp ayaklanarak bizi arkadan vurmak maksadıyla düşmanla işbirliği yaptıkları zaman, bu unsuru harp bölgeleri dışına sevk etmekten başka bir çare tasavvur edilebilir miydi?

Görüldüğü gibi Birinci Dünya savaşı döneminde birçok alanda ve cephede mücadele veren ordumuz maalesef kışkırtılmış ve kandırılmış gruplar ve çetelerce arkadan vurulmaya çalışılmıştır. Bu doğrultuda Ermenilere yönelik alınan tehcir kararı bir saldırı ve soykırım değil bir önlem niteliğindedir.

Söz konusu bu tehcir hamlesini hem döneminde hem de günümüzde farklı devletlerin algısı ve çarpıtmaları ile bir soykırım diline dönüşerek tarihi bir yalan olarak karşımıza çıkmaktadır.

Bu yalan birçok sömürgeci devlet tarafından Türkiye’ye karşı her zaman siyasi bir hamle olarak kullanılmış ve bu meselede Türkiye her zaman haksız çıkartılmaya çalışılmıştır. Tehcir kanunu ile başka bölgelere zamanında sağ salim yerleştirilen insanlara soykırım yapıldığına dair gerçekle alakası olmayan iddialar ortaya atılmıştır. Bu iddialarda hala devam etmekte ve adeta tarih ile dalga geçilmektedir.

 

Türkiye defalarca kez bu yalan sahiplerine arşivleri açalım komisyonlar kuralım tarihçiler, akademisyenler ve bilim insanları ile araştıralım teklifini sunmuş ama ne hikmettir ki bu iddiaları atanlar asla bu teklife yanaşmamışlardır.

 

Çünkü tarihin tozlu sayfalarında gerçek apaçık ortadır.

 

1828-1829 dönemi Osmanlı-Rus savaşı döneminde binlerce Müslüman Anadolu insanının Doğubeyazıt'ta Rusların kışkırttığı Ermeni çeteler tarafından katledilmesi tüm kanıtları ile arşivlerimizdedir. Yüzlerce yıldır "Millet-i Sadık’a" olarak nitelendirdiğimiz Ermenilere söylenen yalanlar ve yaşanan tüm olayların sorumlusu tarihte net bir şekilde bellidir.

 

Tehcir kanunu ile başka bölgelere taşınan Ermenilerin güvenliği yine bu süreçte en iyi şekilde sağlanmıştır. Mal ve diğer varlıkları, eşyaları koruma altına alınmıştır. Döneminde yaklaşık 300 bin Ermeni’de tehcirden muaf tutulmuştur.

 

Tehcir sırasında Ermenilere kötü davranan, mallarını gasp eden ve bu yolculukta ölümlere de neden olanlar ise 1915-1916 yıllarında vilayetlerde kurulan Divan-ı Harplerde yargılamışlardır. Görüldüğü üzere Ermenilerin o dönemdeki haklarıda güvence altına alınmıştır.

 

Başta Ruslar ve diğer emperyalist ülkelerin kışkırtmaları ile doğu bölgesinin Ermenilerin hakkı olduğunu iddia edenlerin bölge nüfusunun yüzde 80-90'nın Müslüman kesimden oluştuğunu çok iyi bilmektedirler. Tarihte Türklere çamur atarcasına söylenen soykırım yalanlarının failleri açık bir şekilde ortadır.

 

Türkler tarafından değil ama kandırılmış ve bazı münferit gruplar tarafından kandırılmış ve beyin yıkama operasyonu gerçekleştirilmiş kişilerin Anadolu’da, Kafkasya’da ve tüm gönül coğrafyamızda yaptığı insanlığa sığmayacak zulüm ve katliamların izi ve acısı hala yüreklerimizde tazeliğini korumaktadır.

Dönemin en büyük şahitlerinden olan Kazım Karabekir'in anıları soykırımın gerçek faillerinin kim olduğunu acı bir şekilde göstermektedir. Kazım Karabekir'in kızı Timsal Karabekir'in babası ile ilgili anlattığı anılar tarihe büyük bir anektoddur.

 

Babamın anılarında çok çarpıcı, çok yürek burkan anılar vardır. Bir anısı şöyledir.

 

"Erzurum'a o kadar çok yaklaşmıştım ki zaten biraz daha geç kalsam içeride kurtaracak can bulamayacaktım. Sanki ölüler mezarlardan fırlayacak gibiydiler. Erzurum'a insanlar beni gülerek karşılıyordu dişlerini görecek mesafedeydim. Biraz daha yaklaştığımda ortada bir gayri tabiilik hissettim. Bu insanlar hiç kımıldamıyordu.

Biraz daha yaklaştım ve dehşetle gördüm ki bu insanlar Ermeniler tarafından canlı canlı kazıklara oturtulmuştu. Ve ısdıraptan çehreler kasılmış öylece can vermişlerdi.

 

İşte bu acı dolu anılarda o dönemlerde yaşanan vahşetin ve zulmün varlığını net bir şekilde göstermektedir ki hiçbir insanlık kitabına sığmayacak davranışları sergileyenlerin kimliği ve faili bellidir.

 

Tarih tozlu sayfalarına zalimleri ve faillerini yazmıştır. Peki bu zalimleri savunan ve kendini aydın zannedenleri tarih ve vicdan hangi sözcüklerle hangi köşeye yazacaktır. Sadece statü elde etmek ve batının gözüne girmek için kendi atalarına hakaret edenler tarihin sayfalarında değil dipsiz kuyularında ve çöplüğündedirler. Türkiye aleyhine Ermeni Soykırımı kabul edilsin diye naralar atanların sözleri kendi tasmalarını tutan efendilerini memnun etme çabalarının bir göstergesidir.

 

Rus ve Ermeni kaynaklarında ve arşivlerinde de savaş esnasında başta İstanbul ve Batı vilayetlerinde de 300 bini aşkın Ermeni’nin sağ salim yaşadığı ortadır.

 

Soykırım kelimesi Türklerin ne geçmişinde var olmuştur ne de geleceğinde vukuu bulacaktır. Tüm bu kaynaklar doğrultusunda hala Ermeni Soykırımı iddialarını ortaya atanlar zamanında haksız hak iddiaları ile topraklarımıza göz dikenler, milli mücadelemiz ile tokat yiyenlerdir. Bu iddia sahipleri zamanın da Kızılderilileri topraklarından alıkoyanlardır. Bu iddia sahipleri Hiroşima’yı kasıp kavuranlar, Orta Doğu'nun petrolünü ve tüm zenginliğini semirenlerdir.

 

Tarih boyunca dünyanın kalbi Anadolu üzerinde kirli emellerini gerçekleştirenler birlik ve beraberlik için de yüzlerce yıl yaşamış insanları birbirine düşürenlerin kirli emelleri hala devam etmektedir. Hiçbir zamanda bu emellerinden vazgeçmeyeceklerdir. 

 

Bize ve gelecek nesle düşen en önemli görev ise tarihi gerçek anlamda okumak ve kendini aydın zanneden 21. Yüzyılın misyonerleri ve jakobenlerine fırsat vermemektir. Atalarımızın tarih boyunca kullandığı birleştirici ve bütünleştirici dili korumak ve gönül coğrafyamızda yaşayan her insana ırk, dil, din ve renk ayırt etmeksizin sevgi dili ile konuşabilmektir. Çünkü Çamda bizim Kozalakta bizimdir

19 Nisan 2022 Salı

ZEKÂTIN SOSYAL VE EKONOMİK YAŞAMA KATKISI

 


“Bize dünyada da âhirette de iyi ve güzel olanı takdir buyur. Şüphesiz biz sana yöneldik, senin yolunu tuttuk.” Allah şöyle buyurdu: “Azabım var, onu kimi dilersem onun başına dolarım. Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır. Fakat rahmetimi özellikle bana karşı gelmekten sakınanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimize iman edenlere nasip edeceğim.”

                                                     A'raf 156


Rahmetinden sual olunmayacak 11 ayın Sultan'ı Ramazan'ı Şerif-i iftarı ile, sahuru ile, orucu ve zekatı ile ardımızda bırakıyoruz. Allah daha nice Ramazan aylarını ve Ramazan Bayramlarını bizlere nasip eylesin.

Ramazan ayı her ne kadar toplumun manevi yaşantısında çok önemli bir yere sahip olduğu gibi toplumun maddi yaşantısına da çok büyük bir katkısı vardır. Ramazan aylarında insanların gelenek ve göreneklerini hatırlamaları sosyal yardımlaşmaya ve aile hayatına ve aile ilişkilerini sağlamlaştırma çabaları bunun en güzel örneklerini teşkil etmektedir.

Ramazan ayında tutmuş olduğumuz oruçlar hem bizlere kulluk görevimizi Allah(C.C) rızasını kazanma isteğimizi ön plana koymakla birlikte dünyanın birçok köşesinde açlıkla ve yoklukla mücadele eden insanların halini bir nebze anlayabilmeyi de öğretiyor.

Yüce dinimiz İslam ve yol rehberimiz İlahi Kadim Kuran'ı Kerim bizlere hem şahsi hem de içinde yaşadığımız toplumda nasıl örnek bir insan olmamız gerektiğini çoğu Ayeti Kerim'de bize anlatmaktadır. Sosyal, Hukuk, İdare alanında birçok bilgi ve yaşanmışlıklar içeren Kadim Kitabımız ekonomi ve iktisadi hayatta da bize yol göstermektedir.  Şüphesiz bu Ramazan ayında ve normal zamanlarda da vermiş olduğumuz zekâtlar hem toplumsal dayanışma açısından hem manevi yönden insanlık değeri anlayışından hem de iktisadi yaşama katkısı bakımından çok önemli bir yeri teşkil ediyor. 

Zekât vermek öncelikle İslam’ın en önemli beş temel esası olmak ile birlikte hem Allah rızasını kazanmak hem de zor durumda kalan insanlara bu mübarek Ramazan ayında yardımcı olmak ile birlikte iktisadi yaşamada katkı sağlamaktadır.

İktisadi düzene vermiş olduğu katkıyı en basitinden şu şekilde özetleyecek olursak yoksul sınıfa verilecek olan zekât öncelikle bu yoksul kesimin gelirlerini arttıracaktır. Geliri artan bu sınıf ihtiyaçlarını karşılamak için öncelikle tasarruf yapmaktan daha öncelikli olarak harcama yapacaktırlar tabi ki harcamaların artması ile birlikte fabrikaların üretim stokları azalma durumunda olacağı için fabrikalar üretim düğmesine basacaktırlar ve verilen Zekâtlar hem kişilerin ihtiyaçlarını karşılarken hem de ekonomiye katkı sağlanacaktır ama zekâtlar yoksul olmayan insanlara verilecek olsaydı o zaman bu paralar tasarruf da duracak ve ekonomiye katkı sağlamayıp yastık altında duracaktı. Zekâtında bu yüzden sadece yoksul kesime verilmesi gerekliliği dinimizce de üstünde durulmuştur.

Kur’an-ı Kerim, iman esasları üzerinde duran ilk âyetlerden itibaren zekâtla aynı çerçevede değerlendirilebilecek noktaların altını çizmiştir. Yoksulu doyurmak, yetime kol kanat germek, köle âzat etmek bunlardan bazılarıdır (Müddessir 74/44). Bütün bunları, toplumda varlık ve gelir düzeyi bakımından dezavantajlı kesimlerin kollanması ve eşitsizliklerin giderilmesi olarak değerlendirmek mümkündür (Kahf, 2001: 1).

Mekke’nin ilk döneminde başlayan bu vurgunun ilerleyen dönemlerde sistematik bir şekilde arttığı görülür. Öncelikle yetimin veya yoksulun doyurulması emredilirken ikinci aşama olarak müminlerin mallarında fakirlerin haklarının bulunduğu belirtilmiştir (Meâric 70/24-25). Son aşama olarak ise zekât, hicretin ikinci yılında farz kılınmıştır. Zekâtın farz kılınmasına giden bu sürecin inanç esaslarının vurgulandığı ilk âyetlerden itibaren yoğunluk kazanması, zekâtın toplumda birliği ve dengeyi sağlayan, eşitsizlikleri ortadan kaldıran yönü göz önünde bulundurulduğunda daha iyi anlaşılmaktadır (Yılmaz&Sırım, 2017).

                                                                                                  

                                                                                                             GÜRKAN DANIK