5 Kasım 2025 Çarşamba

Popüler Kültür; "Kültürel Dejenerasyon"

Kültür ve medeniyet kavramları tarih boyunca toplumların dünya üzerindeki varlığını şekillendiren temel unsurlardır. Küreselleşme sürecinin hız kazanması ile birlikte bu iki kavram arasında yaşanan çatışmalar toplumsal konularda yaşanan birçok problemin zuhur etmesine neden olmuştur.  

İki kavram içerisinde benzer özellikler hasıl olsa da kültür ve medeniyet kendi öz benliklerinde farklı anlamlar barındırmaktadır. Kültür ve medeniyet arasındaki iştirak noktası iki kavramında bütün içtimai (sosyal) hayatı kendi dairesi içerisine almasıdır. Dini, ahlaki, iktisadi, fenni, estetik ve sanatsal hayatın toplamına kültürel zenginlik denilmekle birlikte medeniyet kavramı ile de özdeşleştirilmektedir temel iştirak (benzerlik) noktaları bu şekildedir.  

Kültür ve medeniyet arasındaki ayrılık noktaları ise şu şekildedir. Kültür öncelikle milli bir karakterdedir. Medeniyet ise beynelmilel yani milletlerarasıdır. Kültür yalnız bir milletin dili, dini, iktisadi, beşeri ve fenni hayatlarının ahenkli bir mecmuasıdır.

 Medeniyet ise aynı çerçevede bir araya gelmiş milletlerin içtimai sosyal hayatlarının müşterek bir toplamıdır. Mesela tüm Avrupa devletleri ve Amerika kıtasında geçerli olmak üzere kabul edilen bir Garp (batı) medeniyeti mevcuttur. Bu medeniyet içerisinde birbirinden ayrı ama temel noktalarda birleştikleri İngiliz, Alman, Fransız vb kültürler bulunmaktadır ama Garp medeniyeti içerisinde bu ülkeler gerek lisan, toplumsal ve aile yaşantısı, ahlaki değerler ve düşünce yapısı ile benzerlikler göstermektedir.

Bir milleti gerçek anlamda ayakta tutan ekonomik, askeri ve siyasi güç değildir. Bu kavramlar mevcut varlığınızı besleyen ve size zırh olan kavramlardır. Bir cevizin dış kabuğudur ne kadar bu alanlarda güçlü ve bağımsız olursanız o minvalde çetin olursunuz ama asıl olan bu cevizin dışı değil özüdür. Bu öz olmaz ise boş bir ceviz kabuğu nasıl basit bir darbede tuz buz olursa bu milletin özü olan değerleri kültürü ve ahlahi yapısı unutulur, yozlaşır ve dejenere olur ise o millet parçalanmaya ve yok olmaya mahkumdur. 

Günümüzde popüler kültür çerçevesinde şekillenen kültürsüzleşme ve başka bir kültüre benzeme alışkanlığı bu milletin başına gelmiş en büyük felakettir. Özgürlük çerçevesi ve sloganı içerisinde başka bir kültüre benzemeye çalışmak özgürlük ismi ile gizlenmiş köleleşmektir. Başka bir millete benzemek kendi değerlerini ve ayak bastığı toprağı unutmak, gölgesi altında yaşadığı bayrağın manasını yitirmek günümüzde maalesef ortaya çıkan ciddi sosyal çürümelerdir. 

Ahlaki değerlerin unutulması, inançsızlık, saygısızlık, şuursuzluk ve popülerleşmenin ağır sonuçlarını günümüzde yaşanan ve haberlere konu olan iğrenç olaylarla görmekteyiz. Çocuk yaşta olan gençlerin korkusuzca cinayet işlemesi, madde kullanımı, çarpık ilişkiler, kadın cinayetleri, hırsızlıklar ve tüm zorbalıkların temel nedeni gayri ahlaki yetişme, inançsızlık ve kültürel değerlerin hiçe sayılmasıdır. Günümüzde maalesef gençlerin yapmış oldukları bütün etkinlikler, izledikleri filmler, dinledikleri müzikler, giyim kuşam, davranış bozuklukları, aile bağlarına olan saygısızlıkları, tarih ve medeniyetlerin yabancılaşmaları, popüler kültürün tasması nı takıp köle olmaları durumun ne kadar vahim olduğunu bizlere göstermektedir.

Bir milleti millet kılan değerlerin unutularak başka milletlerin kültürüne benzeme alışkanlıklarını son zamanlarda ne yazık ki net bir şekilde görüyoruz. Bugün cadılar bayramı kutlayan, kendi bayramının manasını bilmeyen; yabancı dillerde şarkı söyleyip kendi destanını unutan; yabancı dizilerdeki karakterlere özenip kendi kahramanlarından utanır hâle gelen bir nesil yetiştiriliyor. Bu, bir milletin kültürel intiharıdır. Popüler kültür, insanın ruhunu tüketim nesnesine dönüştürür. Artık düşünen değil, tüketen; inanan değil, taklit eden bir yığın hâline gelir toplum.Bira kasaları ile haç yapıp meydanlara diken ve bunları eğlence amaçlı gören nesil bu memlekete fayda sağlayamaz sadece eğleniyoruz deyip bu süreç normal gösterilemez eğlence amaçlı bile olsa bu özenti değerlerimizin dibine dinamit koymaktır. 

Kültür, bir milletin hafızasıdır. O hafıza silinirse geriye yalnızca iskelet kalır. Popüler kültür, işte o hafızayı unutturan, belleği körelten sinsi bir zehirdir. Televizyon ekranlarından sosyal medyanın karanlık koridorlarına kadar yayılan bu zehir, insanın ruhunu eğlence kisvesi altında esir alır. Bugün gençlik, ellerinde telefon, gözlerinde boşluk, kulaklarında yabancı ezgilerle kim olduğunu unuturken, aslında bir medeniyetin kalbi çatırdamaktadır.

Bir milletin değerlerini yaşatması, o milletin varlığını yaşatması demektir. Çünkü kültür; ezan sesinde, bayrak renginde, annenin duasında, dedenin nasihatinde saklıdır. Lakin popüler kültür, bütün bunları "gerilik" olarak yaftalayıp insanı kendi özünden koparmaktadır. Modernlik sanılan taklit, ilerleme zannedilen yozlaşma, hürriyet adı altında sergilenen teslimiyettir. 

Oysa Türk milleti, tarih boyunca taklit eden değil, örnek olandır. Kızılelma’sı olan bir millet, hedefini başkalarının aynasında aramaz. Bizim medeniyetimiz, bir gönül medeniyetidir. Gök kubbenin altında yükselen ezanla, kopuzun sesiyle, kağanın adaletiyle, alperenlerin hikmetiyle yoğrulmuş bir ruhtur bu.

Değerlerini unutan toplum, kimliğini kaybeder; kimliğini kaybeden toplum, tarih sahnesinden silinir. Bugün yapılması gereken, ruhumuzu yeniden diriltmek, özümüze dönmektir. Çünkü kurtuluş; başkalarına benzemekte değil, kendimiz olabilmekte gizlidir.

Bir milletin yeniden doğuşu, işte bu kültürel dirilişle mümkündür.

O diriliş, ekran ışığında değil, gönül ışığında başlayacaktır.


21 Ekim 2025 Salı

“Misak-ı Milli’nin Akdeniz’deki Yankısı: Kıbrıs Türk’ün Namus Sancağıdır”

Kıbrıs… Türk’ün Akdeniz’e açılan kapısı, Mavi Vatan’ın kalbinde atan bir sancak.

Her dalgası bir şehidin nefesiyle kabaran bu ada, sadece bir toprak parçası değil; milletimizin haysiyetinin, mazlumun ahının, tarihimizin izzetinin mührüdür.

19 Ekim’de yapılan seçimlerle Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde yeni bir dönem başladı. Cumhuriyetçi Türk Partisi lideri Tufan Erhürman, resmi olmayan sonuçlara göre cumhurbaşkanlığı yarışını kazandı.

Yeni bir sayfa açılıyor belki; lakin bu sayfada mürekkep henüz kurumamış, satır aralarında tarihî uyarılar gizlidir.
Erhürman, seçim sonrası yaptığı konuşmada Türkiye ile eşgüdümlü bir dış politika yürüteceğini söyledi. Ne var ki, Kıbrıs meselesine yaklaşımında “federasyon” vurgusu, geçmişin acı sayfalarını bilenler için dikkatle okunması gereken bir cümledir. Çünkü bu topraklarda federasyon masallarıyla kandırılmış, kandırıldıkça da Rum zulmünün gölgesinde varlık mücadelesi vermiş bir milletin hatırası hâlâ sıcaktır.

Rum kesiminde İsrailin Doğu Akdeniz’de kurmaya çalıştığı askeri ve istihbari yapılanma, sadece bir “güvenlik işbirliği” değil; Türk varlığını kuşatma, Mavi Vatan’ı zincirleme teşebbüsüdür. Kıbrıs’ın güneyinde yükselen her radar, Türk’ün ufkuna çevrilmiş bir nişangâhtır.
Bu yüzden Kıbrıs’ta görev alan her lider, önce şu hakikati bilmelidir:

Kıbrıs Türk’ün sancağıdır; bu sancak yere düşerse, Mavi Vatan karanlığa gömülür.
Bugün bazı çevreler “federasyon” diyor, “ortak gelecek” diyor. Oysa tarihin kayıt defteri, Rum’un Türk’e reva gördüğü mezalimi hâlâ kanla mühürlemiştir. Çocukları süngüleyen, köyleri ateşe veren, camilere saldıran zihniyet değişmemiştir; sadece maskesini yenilemiştir.

Eğer bir gün Kıbrıs’ta Türkiye’siz bir yönetim hayal edilmeye kalkışılırsa, bu sadece bir gaflet değil, bir intihar olur. Çünkü Kıbrıs, Anadolu’nun nefesidir; oradaki bayrak dalgalanmazsa, Toroslar’daki taş bile hüzünle susar.

Sayın Devlet Bahçeli Beyfendinin söylediği gibi:
“Tarih coğrafyaya dar geldiğinde, Misak-ı Milli uyanmalıdır.”

Evet, eğer şartlar öyle bir noktaya varır ki Kıbrıslı Türklerin egemenliği tehdit altına girer, Türk’ün sancağı gölgelenirse; o vakit Kıbrıs’ın Türkiye Cumhuriyeti’ne katılımı bir tercih değil, bir zaruret, bir kader emri olur.
Yeni cumhurbaşkanının önünde çetin bir yol var. O yolun taşları şehit kanıyla döşenmiş, uyarı levhaları tarihin kendisi tarafından yazılmıştır.

Diyalog olur, müzakere olur; ama asla taviz olmaz, asla Türkiyesiz bir Kıbrıs olmaz.
Unutulmamalıdır ki:
Milletini unutan liderin ufkunu başkaları çizer.
Tarihini unutan devletin kaderini ise başkaları yazar.

Kıbrıs Türk’tür, Türk kalacaktır.
Mavi Vatan’ın ufkunda o sancak sonsuza dek dalgalanacaktır.

GÜRKAN DANIK 

2 Ekim 2025 Perşembe

Gazze’nin Ablukası, Sumud’un Cesareti ve Gizliliğin Hikmeti

 


Dünyada taklit edilemeyecek tek şey vardır: cesaret. Bu cesareti gösterenler, Sumud filosuna katılan yürekli insanlar oldu. Başta Türkiye’den olmak üzere dünyanın dört bir yanından gelen aktivistler, mazlum Gazze halkının sofrasına bir parça ekmek, bir damla su koyabilmek için hayatlarını ortaya koydular. Onların cesaretine, onların fedakârlığına şükran borçluyuz. İsrail’in acımasız ablukası karşısında Gazze’nin ışığını söndürmeye çalışan zalimlere rağmen, o gemiler birer umut kandili gibi dalgaları yarıp ilerledi.

Ama hakikati söylemekten geri duramayız: Sumud’un başına gelen, daha önce nice yardım filosunun başına gelenin aynısıdır. Aynı zulüm, aynı kuşatma, aynı acımasız engelleme… Bu noktada bize düşen, sadece şükran sunmak değil, aynı zamanda aklımızı işletmektir. Çünkü merhameti olan kalpler kadar strateji bilen akıllar da bu mücadelede şarttır.

Tarih bize yol gösterir. Birinci Dünya Savaşı’nda ve Millî Mücadele yıllarında Anadolu’nun her karışında gizli yollar, görünmez kervanlar, sessiz kahramanlar vardı. Cephelere silah, cephaneye mermi, askere ekmek ulaştırmak, bugünün Gazze’sine yardım ulaştırmaktan daha kolay değildi. Ama Teşkilat-ı Mahsusa’nın sükûnetle, gizlilikle, sabırla yürüttüğü faaliyetler, cephelerdeki iman ateşini diri tuttu. Bir köyün ahırından bir cephane sandığı, bir kayığın altına gizlenmiş bir mermi kutusu, Anadolu’nun mukaddes varoluşunu besledi. O gün başarılmışsa, bugün de başarılabilir.

Bugün ise ne yazık ki medyanın göz önünde yaşanan bir gösterisine dönüştürülen yardım çabaları, çoğu zaman hedefini şaşırıyor. Filoların nereden, nasıl, ne zaman hareket edeceği, hangi limana varacağı adeta bir canlı yayınla ilan ediliyor. Bu, İsrail için altın tepside sunulmuş istihbarattan başka bir şey değildir. Maalesef bazen Kendi elimizle kendi yardım gemilerimizi kurban ediyoruz. Oysa Gazze’nin umuda ihtiyacı var,

Evet, dünyaya sesimizi duyurmak önemlidir. Lakin her faaliyetinde stratejik temele ihtiyacı vardır. Medya, Gazze’nin çığlığını dünyaya yaymalı; ama aynı medya, yardımın hangi saat, hangi liman, hangi rota ile yola çıkacağını ilan etmemelidir. Bu, bir yardım değil, bir ihbardır. Gerçek yardım, sessizce, gizlice, hedefine ulaşandır. Tıpkı gecenin karanlığında yol alan bir milis kafilesi gibi; tıpkı denizin dalgalarıyla sırdaş olmuş bir kayık gibi.

İsrail’in zulmünü kınamak boynumuzun borcudur. Gazze’nin çocuklarını açlığa, susuzluğa mahkûm eden, onları ölüme terk eden bu insanlık dışı abluka karşısında susmak, insan olmanın şerefine ihanettir. Lakin sadece kınamak değil, daha akıllı ve daha stratejik bir yol bulmak zorundayız. Sumud filosunun gösterdiği cesaret bize umut verdi, lakin bundan sonrası için o cesareti gizlilikle, stratejiyle birleştirmek şarttır.

Gazze’ye yardım etmek, bir basın toplantısı değil; bir iman mücadelesidir. Tarih bize öğretmiştir ki, zaferi sadece cesurlar değil, aynı zamanda akıllılar kazanır. Bugün bize düşen görev, Sumud’un cesaretini gizli, etkili ve stratejik teşkilatlanmalar ile buluşturmaktır. Çünkü Gazze, sadece yardım beklemiyor; aynı zamanda akıl, sabır ve strateji de bekliyor.

4 Ağustos 2025 Pazartesi

Turan Ufkunun Yarım Kalan Türküsü "Enver Paşa"

"Kurulan hayal, duyulan öfke, hazneye verilmiş mermi ve yarım kalmış bir türküdür Enver Paşa…"

Onun adı, yalnızca bir komutanın, bir devlet adamının adı değildir; o, kutlu bir hayalin ete kemiğe bürünmüş hâlidir. Bir milletin yeniden diriliş hayalinin, ufka sürülen atların nal sesinde yankılanan Kızılelma çağrısının adıdır.

Enver Paşa, ömrünü Türk milletine ve Kızılelma ülküsüne adamış; mazlumun ahını, esir Türk’ün duasını yüreğinde taşıyan bir serdengeçtidir. Onun gözleri, hudut çizgilerinden öteye, yalnızca haritalara değil, milletin geleceğine bakan gözlerdi. Onun atının yönü, hep güneşin doğduğu yere, Turan ufkuna dönüktü.

Bir ömür boyu peşinde koştuğu hayal, bir milletin asırlık hasretiydi. Duyduğu öfke, esaret zincirlerinin gıcırtısına; yüreğindeki ateş, Kafkas dağlarının karına meydan okuyan imanına aitti. Her adımı, tarih defterine işlenmiş bir cümle, her seferi bir dua, her yenilgisi bile bir destandı.

Ve o, yorgun bir akşam vakti, uzak diyarlarda, şehadet şerbetini içerken bile yarım kalmış türküsünü mırıldanıyordu: Kızılelma’ya yürüyüş… Onun ölümü, aslında bir bitiş değil; milletin damarlarında hâlâ dolaşan bir diriliş çağrısıdır.

Enver Paşa, bir isim değil; bir istikamet, bir davadır. Bu dava, göklerin mavi perdesine işlenmiş, yüzyılların ötesine taşmış bir ülküdür. Onun atının izi, hâlâ Orta Asya bozkırlarında rüzgârla yarışır; onun hayali, hâlâ gençlerin gözlerinde bir kıvılcım gibi yanar.

O kıvılcım, her nesilde yeniden tutuşur; tıpkı onun ruhunun, göçtüğü günden bu yana milletin vicdanında sönmeyen bir ateş gibi yaşaması gibi… Enver Paşa, yarım kalmış türküsünü bizlere bırakmıştır.

Ve biz biliyoruz ki; bir gün, o türkü tamamlanacaktır.

Gürkan DANIK 

2 Temmuz 2025 Çarşamba

Mukaddesata Dil Uzatan Kalemler ve Çürümüş Zihniyetler"

Günümüz dünyasında yeryüzü hızla değişiyor, gökyüzü başka sırlar fısıldıyor. Fakat bazı çirkin alışkanlıklar var ki, ne zamanla eskir ne de akılla terk edilir. En ihtişamlı devletlerden biri olan Türkiye Cumhuriyeti'nin bağrında, hâlâ bir milleti millet yapan inanca, mukaddesata, kültüre, örfe, ahlâka hayasızca saldıran bir güruh varlığını sürdürmekte.

Bu çürümüş zihniyet, yıllardır aynı bayat oyunu sahneye koymakta: Bir milletin en hassas değerlerine saldır, sonra geri çekil, ardından çıkan haklı tepkiyi bahane edip “bize saldırıyorlar” çığlığıyla kaosu köpürt. Bu bir eşkıya taktiğidir! Bu, düşmanın bile utanacağı bir alçaklıktır!

Son örnek Leman denilen karikatür paçavrasıdır. İki cihan güneşi, âlemlere rahmet olarak gönderilen Efendimiz Hazreti Muhammed’e yönelik hayasızca çirkinliklerini mizah diye pazarlamaya kalkıştılar. Neymiş, özgürlükmüş, hicivmiş! Ey gafiller, özgürlük ahlâksızlığın kılıfı değildir! Hiciv, fikrin kılıcıdır; alçaklığın değil!

Sorarım size: Bu milletin en değerli varlıklarını –inancını, mukaddesatını, tarihini, kültürünü– hedef alarak neyi başarmayı umuyorsunuz? Yeter artık! Başörtüsü üzerinden yıllarca yürütülen kirli tartışmalar yetmedi mi? Laikliğin gerçek anlamını bilmeden, inanç sahiplerine çemkiren cehaletiniz bu ülkeye yıllarını kaybettirmedi mi?

Dünya ateş çemberine dönmüşken, her gün binlerce mazlum gözyaşları içinde hayata tutunmaya çalışırken, sizin hâlâ milletin maneviyatını kaşımanız neyin kinidir? Türkiye'nin enerjisini, dikkatini, geleceğini çalmaya doyamadınız mı?

Oysa bize düşen; bilimde ilerlemek, teknolojide söz sahibi olmak, coğrafyamızın kaderini tayin eden gelişmelere odaklanmaktır. Ama siz hâlâ bu milletin sinir uçlarıyla oynuyor, kutsalına saldırıyor, sonra da mağduru oynuyorsunuz.

Kalem… Allah’ın ilk yarattığı şey. O kalem ki, arş-ı âlâya ilk olarak “La İlahe İllallah Muhammeden Resulullah” yazdı. İşte o kalemin değeriyle yazanlar, insanlığa ışık olur. Ama günümüzde kalem değil, şahsiyet satılmakta. Kalemi şeytanî niyetlerle oynatanlar, bu milletin ne inancını anlayabilir ne de kıyamete kadar sönmeyecek olan imanını silebilir.

Biliniz ki bu milletin kutsalı sizin çizgilerinizle sınırlanmaz. Bu milletin inancı, sizin kalem oyunlarınızla sarsılmaz. Bu topraklarda peygambere dil uzatmak, mukaddesata kin kusmak özgürlük değil; açık bir vatan hainliğidir. Bu değerlerin mizahı da, şakası da, “eleştirisi” de olmaz! Çünkü bu değerler milletin omurgasıdır. Omurga kırılırsa, millet düşer.

Biz düşmeyeceğiz. Biz susmayacağız. Çünkü bu topraklar üzerinde ameliyat yapmak isteyenlere karşı her birimiz bir neferiz. Ve unutulmasın:

Kalemle savaş açanlara karşı, kalemle siper kazmaya devam edeceğiz!

16 Haziran 2025 Pazartesi

Sahte Savaş Gerçek Zulüm


Zalimlerin sahneye koyduğu yeni bir oyun, eski bir senaryo ve her defasında aynı perde: Kan, gözyaşı ve sessizlik... İran ile İsrail arasında yükselen gerilim, aslında yüzyıllardır devam eden bir tiyatronun yalnızca bir sahnesi. Perde önünde kılıçlar çekilmiş, füze atışları ve meydan okumalarla süslenmiş bir kavga var. Ama perde arkasında petrol haritaları, silah satış grafikleri, lobi planları ve kirli bir dostluğun utanç verici kahkahaları yankılanıyor.


İran, Suriye'de, Lübnan'da, Yemen'de ve Irak’ta Şii yayılmacılığının hamisi olmuş; mezhebi kullanarak emperyalist bir oyun kurmuştur. Her ne kadar “anti-Siyonist” pozlarında kararlı gibi görünse de, İsrail sınırlarında hiçbir ciddi tehdit oluşturamamış, sadece sembolik cümlelerle İsrail’i “yok edeceğini” söylemekle yetinmiştir. Çünkü İran’ın asıl derdi Filistin değil, kendi rejiminin bekasıdır. Tıpkı yıllar önceki gibi, İsrail ile gerilim tırmandıkça iç muhalefet susturulur, sokaklar boşalır, propaganda dolu duvar yazıları yeniden boyanır. Ve sonra tüm dünya, İran’ın kendi halkına yaptığı zulmü unutup “büyük düşman” İsrail'e odaklanır.

İsrail ise bu oyunun diğer yüzüdür. Gazze'yi ateşe vermiş, çocukları hedef almış, hastaneleri bombalamış, insaniyeti yerle yeksan etmişken, “İran tehdidi” ile dünya medyasının dikkatini başka yöne çekmeye çalışıyor. Kendi barbarlığını örtbas etmek için her fırsatta yeni bir düşman karikatürü çiziyor. Oysa İran düşmanlığı, İsrail için sadece geçici bir sis perdesidir. Gerçekte istedikleri, Gazze’de işlenen insanlık suçlarını dünyaya unutturmak ve kendi içindeki muhalif sesleri kısmaktır.

Ve ne yazık ki, bu sahte savaşın gerçek kazananları belli: Silah tüccarları, petrol baronları ve küresel emperyalizmin maskesiz yüzü. Her atılan roket, her düşen bomba dolar olarak geri dönüyor birilerinin kasasına. Göz göre göre işlenen zulmün faturası yine mazlumlara kesiliyor; evsiz kalanlar, yetim kalanlar, toprağa düşen çocuklar oluyor.

İşte bu yüzden artık adını bile anmak istemediğimiz bu iki rejim, aslında iki düşman değil; tek bir küfrün iki yüzüdür. Aynı şeytani aklın ürünü, aynı karanlık planın figüranlarıdır. Biri Şii yayılmacılığı ile diğeri Siyonist vahşetiyle bu ümmeti içten içe kemiriyor. Ve her seferinde Müslümanlar kaybediyor, her seferinde coğrafyamız biraz daha kanıyor.

Oysa bizim birliğimiz, onların korkusudur. Bizim vicdanımız onların sonudur. Bizim suskunluğumuz ise maalesef onların cüretini besliyor

Gürkan DANIK
13.06.2025

16 Mayıs 2025 Cuma

"İttihat ve Terakki: Kızılelma’ya Adanmış Alın Terinin, Şehadet Kanının, Umudun ve Ateşin Hikâyesi"

Bir çakı düşünün. Sustasına basıldığında ölüme saplanan bir azim fışkırıyor. İşte İttihat ve Terakki tam da böyle bir çakıydı: Küresel haçlı cephesine karşı, sararmış haritaların üstüne yeniden Turan’ın kızıl izlerini çizen bir sustalı irade.

Modern tarihin, galiplerin mürekkebiyle yazdığı satır aralarında, kaybedenlerin değil kayıpların onuru yatar. O onur ki; Yemen çöllerinde susuzluktan kurumuş dillerden düşen duaları sakladı. O onur ki; Sarıkamış’ta beyaz bir kefene bürünüp karların altından Kafkasya’ya uzandı. O onur ki; Çanakkale’de, toprağın bağrına düşerken “Vatan sağ olsun” diyenlerin son nefesi idi. O onur ki, Kut’ül Amâre’de İngiliz'e diz çöktüren aklın, bileğin ve imanın zaferi idi. 

Ve bir Enver Paşa var idi bu onur ve şeref ordusunun komutanı idi. Bir idealdir, bir sevdadır, bir rüyadır o. Yalnızdır ama ümitsiz değildir. Cihan’a meydan okumuş, çölleri yutmuş, dağları aşmış bir Turan sevdalısıdır. Bakmayın bugünün “yüzeysel tarihçilerine”; Enver’in gözlerindeki parıltı, sadece bir harbin değil, bir inancın, bir ideolojinin, bir milletin özüdür. Ve o özün adı: Kızılelma’dır.

İttihatçılar… Onlar ne bir parti, ne bir cemiyet… Onlar tarihin direnişe susadığı bir dönemde “Namusumuzdur Vatan!” diyen son neferlerdi. Onlar; haritanın üstüne mürekkep değil kan dökenlerdi. Talat Paşa’nın kalemiyle kurduğu strateji, Cemal Paşa’nın süngüsüyle işlenmişti. Her biri, Allah’ın Türk milletine yazdığı son destanın gizli öznesiydi.

Ve elbette Teşkilat-ı Mahsusa… Bugün istihbarat dendiğinde, şifrelerin arasında değil, yüreğin derinliklerinde aranması gereken bir isimdir Kuşçubaşı Eşref. O ki; İngiliz emperyalizmini Mekke'de, Medine’de, Afrika’da göğsüyle durdurdu. Onun her adımı, bir dua, her izi bir dava. Yanında ise Zenci Musa siyah teninin altında bembeyaz bir Türk sevdası taşıyan adam… İmanın, vefanın, adamlığın vücut bulmuş haliydi Musa.

Kızılelma, onlar için masal değil, menzildi. İttihatçılar için devlet sadece sınırlarla çizilmiş bir alan değil, şuurla çevrilmiş bir vatandı. Onlar için bayrak bir bez değil, şehit kanıyla yıkanmış bir iman sembolüydü. Ve onların nazarında “Vatan” sadece Anadolu değil, gönül coğrafyamızın tamamıydı: Bakü’den Trablusgarp’a, Galiçya’dan Halep’e…

Yemen'de yandılar. Sarıkamış’ta donarak şehadeti giydiler. Çanakkale’de imanla kurşunu durdurdular. Balkanlar’da, Kafkaslar’da, Ortadoğu’da kıyamete çağırılan bir milletin kefensiz yiğitleriydi onlar.

Şimdi dön ve bak: Bu ülkenin üzerine çökmüş yılgınlığa, teslimiyete, umutsuzluğa... Bugünün suskunluğu, onların haykırışıyla kıyaslanır mı? Hangi diplomasi, hangi toplantı, hangi açıklama; Enver’in at sırtında çölleri aşan gölgesine denk düşebilir?

İttihat ve Terakki, bir fikir hareketidir. Bir milletin yeniden doğuşunu hazırlayan, Cumhuriyetin harcına kendi kanını katan bir devrimci ruhtur. İdealleri uğruna ölmeyi göze alanların adıdır.

Bugün, hâlâ birileri vatanı satmanın yollarını ararken, biz hâlâ “Vatan, bayrak ve namus” diyen o 40 deliyi hatırlıyoruz. Çünkü biz biliriz ki; bir milletin hafızası yoksa geleceği de olmaz.

Onlar ki sustalı çakı gibiydi. Bir kez açıldılar mı, kapanmadılar. Ve şimdi zaman, o çakının yeniden açılma vaktidir.