5 Kasım 2025 Çarşamba

Popüler Kültür; "Kültürel Dejenerasyon"

Kültür ve medeniyet kavramları tarih boyunca toplumların dünya üzerindeki varlığını şekillendiren temel unsurlardır. Küreselleşme sürecinin hız kazanması ile birlikte bu iki kavram arasında yaşanan çatışmalar toplumsal konularda yaşanan birçok problemin zuhur etmesine neden olmuştur.  

İki kavram içerisinde benzer özellikler hasıl olsa da kültür ve medeniyet kendi öz benliklerinde farklı anlamlar barındırmaktadır. Kültür ve medeniyet arasındaki iştirak noktası iki kavramında bütün içtimai (sosyal) hayatı kendi dairesi içerisine almasıdır. Dini, ahlaki, iktisadi, fenni, estetik ve sanatsal hayatın toplamına kültürel zenginlik denilmekle birlikte medeniyet kavramı ile de özdeşleştirilmektedir temel iştirak (benzerlik) noktaları bu şekildedir.  

Kültür ve medeniyet arasındaki ayrılık noktaları ise şu şekildedir. Kültür öncelikle milli bir karakterdedir. Medeniyet ise beynelmilel yani milletlerarasıdır. Kültür yalnız bir milletin dili, dini, iktisadi, beşeri ve fenni hayatlarının ahenkli bir mecmuasıdır.

 Medeniyet ise aynı çerçevede bir araya gelmiş milletlerin içtimai sosyal hayatlarının müşterek bir toplamıdır. Mesela tüm Avrupa devletleri ve Amerika kıtasında geçerli olmak üzere kabul edilen bir Garp (batı) medeniyeti mevcuttur. Bu medeniyet içerisinde birbirinden ayrı ama temel noktalarda birleştikleri İngiliz, Alman, Fransız vb kültürler bulunmaktadır ama Garp medeniyeti içerisinde bu ülkeler gerek lisan, toplumsal ve aile yaşantısı, ahlaki değerler ve düşünce yapısı ile benzerlikler göstermektedir.

Bir milleti gerçek anlamda ayakta tutan ekonomik, askeri ve siyasi güç değildir. Bu kavramlar mevcut varlığınızı besleyen ve size zırh olan kavramlardır. Bir cevizin dış kabuğudur ne kadar bu alanlarda güçlü ve bağımsız olursanız o minvalde çetin olursunuz ama asıl olan bu cevizin dışı değil özüdür. Bu öz olmaz ise boş bir ceviz kabuğu nasıl basit bir darbede tuz buz olursa bu milletin özü olan değerleri kültürü ve ahlahi yapısı unutulur, yozlaşır ve dejenere olur ise o millet parçalanmaya ve yok olmaya mahkumdur. 

Günümüzde popüler kültür çerçevesinde şekillenen kültürsüzleşme ve başka bir kültüre benzeme alışkanlığı bu milletin başına gelmiş en büyük felakettir. Özgürlük çerçevesi ve sloganı içerisinde başka bir kültüre benzemeye çalışmak özgürlük ismi ile gizlenmiş köleleşmektir. Başka bir millete benzemek kendi değerlerini ve ayak bastığı toprağı unutmak, gölgesi altında yaşadığı bayrağın manasını yitirmek günümüzde maalesef ortaya çıkan ciddi sosyal çürümelerdir. 

Ahlaki değerlerin unutulması, inançsızlık, saygısızlık, şuursuzluk ve popülerleşmenin ağır sonuçlarını günümüzde yaşanan ve haberlere konu olan iğrenç olaylarla görmekteyiz. Çocuk yaşta olan gençlerin korkusuzca cinayet işlemesi, madde kullanımı, çarpık ilişkiler, kadın cinayetleri, hırsızlıklar ve tüm zorbalıkların temel nedeni gayri ahlaki yetişme, inançsızlık ve kültürel değerlerin hiçe sayılmasıdır. Günümüzde maalesef gençlerin yapmış oldukları bütün etkinlikler, izledikleri filmler, dinledikleri müzikler, giyim kuşam, davranış bozuklukları, aile bağlarına olan saygısızlıkları, tarih ve medeniyetlerin yabancılaşmaları, popüler kültürün tasması nı takıp köle olmaları durumun ne kadar vahim olduğunu bizlere göstermektedir.

Bir milleti millet kılan değerlerin unutularak başka milletlerin kültürüne benzeme alışkanlıklarını son zamanlarda ne yazık ki net bir şekilde görüyoruz. Bugün cadılar bayramı kutlayan, kendi bayramının manasını bilmeyen; yabancı dillerde şarkı söyleyip kendi destanını unutan; yabancı dizilerdeki karakterlere özenip kendi kahramanlarından utanır hâle gelen bir nesil yetiştiriliyor. Bu, bir milletin kültürel intiharıdır. Popüler kültür, insanın ruhunu tüketim nesnesine dönüştürür. Artık düşünen değil, tüketen; inanan değil, taklit eden bir yığın hâline gelir toplum.Bira kasaları ile haç yapıp meydanlara diken ve bunları eğlence amaçlı gören nesil bu memlekete fayda sağlayamaz sadece eğleniyoruz deyip bu süreç normal gösterilemez eğlence amaçlı bile olsa bu özenti değerlerimizin dibine dinamit koymaktır. 

Kültür, bir milletin hafızasıdır. O hafıza silinirse geriye yalnızca iskelet kalır. Popüler kültür, işte o hafızayı unutturan, belleği körelten sinsi bir zehirdir. Televizyon ekranlarından sosyal medyanın karanlık koridorlarına kadar yayılan bu zehir, insanın ruhunu eğlence kisvesi altında esir alır. Bugün gençlik, ellerinde telefon, gözlerinde boşluk, kulaklarında yabancı ezgilerle kim olduğunu unuturken, aslında bir medeniyetin kalbi çatırdamaktadır.

Bir milletin değerlerini yaşatması, o milletin varlığını yaşatması demektir. Çünkü kültür; ezan sesinde, bayrak renginde, annenin duasında, dedenin nasihatinde saklıdır. Lakin popüler kültür, bütün bunları "gerilik" olarak yaftalayıp insanı kendi özünden koparmaktadır. Modernlik sanılan taklit, ilerleme zannedilen yozlaşma, hürriyet adı altında sergilenen teslimiyettir. 

Oysa Türk milleti, tarih boyunca taklit eden değil, örnek olandır. Kızılelma’sı olan bir millet, hedefini başkalarının aynasında aramaz. Bizim medeniyetimiz, bir gönül medeniyetidir. Gök kubbenin altında yükselen ezanla, kopuzun sesiyle, kağanın adaletiyle, alperenlerin hikmetiyle yoğrulmuş bir ruhtur bu.

Değerlerini unutan toplum, kimliğini kaybeder; kimliğini kaybeden toplum, tarih sahnesinden silinir. Bugün yapılması gereken, ruhumuzu yeniden diriltmek, özümüze dönmektir. Çünkü kurtuluş; başkalarına benzemekte değil, kendimiz olabilmekte gizlidir.

Bir milletin yeniden doğuşu, işte bu kültürel dirilişle mümkündür.

O diriliş, ekran ışığında değil, gönül ışığında başlayacaktır.


21 Ekim 2025 Salı

“Misak-ı Milli’nin Akdeniz’deki Yankısı: Kıbrıs Türk’ün Namus Sancağıdır”

Kıbrıs… Türk’ün Akdeniz’e açılan kapısı, Mavi Vatan’ın kalbinde atan bir sancak.

Her dalgası bir şehidin nefesiyle kabaran bu ada, sadece bir toprak parçası değil; milletimizin haysiyetinin, mazlumun ahının, tarihimizin izzetinin mührüdür.

19 Ekim’de yapılan seçimlerle Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde yeni bir dönem başladı. Cumhuriyetçi Türk Partisi lideri Tufan Erhürman, resmi olmayan sonuçlara göre cumhurbaşkanlığı yarışını kazandı.

Yeni bir sayfa açılıyor belki; lakin bu sayfada mürekkep henüz kurumamış, satır aralarında tarihî uyarılar gizlidir.
Erhürman, seçim sonrası yaptığı konuşmada Türkiye ile eşgüdümlü bir dış politika yürüteceğini söyledi. Ne var ki, Kıbrıs meselesine yaklaşımında “federasyon” vurgusu, geçmişin acı sayfalarını bilenler için dikkatle okunması gereken bir cümledir. Çünkü bu topraklarda federasyon masallarıyla kandırılmış, kandırıldıkça da Rum zulmünün gölgesinde varlık mücadelesi vermiş bir milletin hatırası hâlâ sıcaktır.

Rum kesiminde İsrailin Doğu Akdeniz’de kurmaya çalıştığı askeri ve istihbari yapılanma, sadece bir “güvenlik işbirliği” değil; Türk varlığını kuşatma, Mavi Vatan’ı zincirleme teşebbüsüdür. Kıbrıs’ın güneyinde yükselen her radar, Türk’ün ufkuna çevrilmiş bir nişangâhtır.
Bu yüzden Kıbrıs’ta görev alan her lider, önce şu hakikati bilmelidir:

Kıbrıs Türk’ün sancağıdır; bu sancak yere düşerse, Mavi Vatan karanlığa gömülür.
Bugün bazı çevreler “federasyon” diyor, “ortak gelecek” diyor. Oysa tarihin kayıt defteri, Rum’un Türk’e reva gördüğü mezalimi hâlâ kanla mühürlemiştir. Çocukları süngüleyen, köyleri ateşe veren, camilere saldıran zihniyet değişmemiştir; sadece maskesini yenilemiştir.

Eğer bir gün Kıbrıs’ta Türkiye’siz bir yönetim hayal edilmeye kalkışılırsa, bu sadece bir gaflet değil, bir intihar olur. Çünkü Kıbrıs, Anadolu’nun nefesidir; oradaki bayrak dalgalanmazsa, Toroslar’daki taş bile hüzünle susar.

Sayın Devlet Bahçeli Beyfendinin söylediği gibi:
“Tarih coğrafyaya dar geldiğinde, Misak-ı Milli uyanmalıdır.”

Evet, eğer şartlar öyle bir noktaya varır ki Kıbrıslı Türklerin egemenliği tehdit altına girer, Türk’ün sancağı gölgelenirse; o vakit Kıbrıs’ın Türkiye Cumhuriyeti’ne katılımı bir tercih değil, bir zaruret, bir kader emri olur.
Yeni cumhurbaşkanının önünde çetin bir yol var. O yolun taşları şehit kanıyla döşenmiş, uyarı levhaları tarihin kendisi tarafından yazılmıştır.

Diyalog olur, müzakere olur; ama asla taviz olmaz, asla Türkiyesiz bir Kıbrıs olmaz.
Unutulmamalıdır ki:
Milletini unutan liderin ufkunu başkaları çizer.
Tarihini unutan devletin kaderini ise başkaları yazar.

Kıbrıs Türk’tür, Türk kalacaktır.
Mavi Vatan’ın ufkunda o sancak sonsuza dek dalgalanacaktır.

GÜRKAN DANIK 

2 Ekim 2025 Perşembe

Gazze’nin Ablukası, Sumud’un Cesareti ve Gizliliğin Hikmeti

 


Dünyada taklit edilemeyecek tek şey vardır: cesaret. Bu cesareti gösterenler, Sumud filosuna katılan yürekli insanlar oldu. Başta Türkiye’den olmak üzere dünyanın dört bir yanından gelen aktivistler, mazlum Gazze halkının sofrasına bir parça ekmek, bir damla su koyabilmek için hayatlarını ortaya koydular. Onların cesaretine, onların fedakârlığına şükran borçluyuz. İsrail’in acımasız ablukası karşısında Gazze’nin ışığını söndürmeye çalışan zalimlere rağmen, o gemiler birer umut kandili gibi dalgaları yarıp ilerledi.

Ama hakikati söylemekten geri duramayız: Sumud’un başına gelen, daha önce nice yardım filosunun başına gelenin aynısıdır. Aynı zulüm, aynı kuşatma, aynı acımasız engelleme… Bu noktada bize düşen, sadece şükran sunmak değil, aynı zamanda aklımızı işletmektir. Çünkü merhameti olan kalpler kadar strateji bilen akıllar da bu mücadelede şarttır.

Tarih bize yol gösterir. Birinci Dünya Savaşı’nda ve Millî Mücadele yıllarında Anadolu’nun her karışında gizli yollar, görünmez kervanlar, sessiz kahramanlar vardı. Cephelere silah, cephaneye mermi, askere ekmek ulaştırmak, bugünün Gazze’sine yardım ulaştırmaktan daha kolay değildi. Ama Teşkilat-ı Mahsusa’nın sükûnetle, gizlilikle, sabırla yürüttüğü faaliyetler, cephelerdeki iman ateşini diri tuttu. Bir köyün ahırından bir cephane sandığı, bir kayığın altına gizlenmiş bir mermi kutusu, Anadolu’nun mukaddes varoluşunu besledi. O gün başarılmışsa, bugün de başarılabilir.

Bugün ise ne yazık ki medyanın göz önünde yaşanan bir gösterisine dönüştürülen yardım çabaları, çoğu zaman hedefini şaşırıyor. Filoların nereden, nasıl, ne zaman hareket edeceği, hangi limana varacağı adeta bir canlı yayınla ilan ediliyor. Bu, İsrail için altın tepside sunulmuş istihbarattan başka bir şey değildir. Maalesef bazen Kendi elimizle kendi yardım gemilerimizi kurban ediyoruz. Oysa Gazze’nin umuda ihtiyacı var,

Evet, dünyaya sesimizi duyurmak önemlidir. Lakin her faaliyetinde stratejik temele ihtiyacı vardır. Medya, Gazze’nin çığlığını dünyaya yaymalı; ama aynı medya, yardımın hangi saat, hangi liman, hangi rota ile yola çıkacağını ilan etmemelidir. Bu, bir yardım değil, bir ihbardır. Gerçek yardım, sessizce, gizlice, hedefine ulaşandır. Tıpkı gecenin karanlığında yol alan bir milis kafilesi gibi; tıpkı denizin dalgalarıyla sırdaş olmuş bir kayık gibi.

İsrail’in zulmünü kınamak boynumuzun borcudur. Gazze’nin çocuklarını açlığa, susuzluğa mahkûm eden, onları ölüme terk eden bu insanlık dışı abluka karşısında susmak, insan olmanın şerefine ihanettir. Lakin sadece kınamak değil, daha akıllı ve daha stratejik bir yol bulmak zorundayız. Sumud filosunun gösterdiği cesaret bize umut verdi, lakin bundan sonrası için o cesareti gizlilikle, stratejiyle birleştirmek şarttır.

Gazze’ye yardım etmek, bir basın toplantısı değil; bir iman mücadelesidir. Tarih bize öğretmiştir ki, zaferi sadece cesurlar değil, aynı zamanda akıllılar kazanır. Bugün bize düşen görev, Sumud’un cesaretini gizli, etkili ve stratejik teşkilatlanmalar ile buluşturmaktır. Çünkü Gazze, sadece yardım beklemiyor; aynı zamanda akıl, sabır ve strateji de bekliyor.

4 Ağustos 2025 Pazartesi

Turan Ufkunun Yarım Kalan Türküsü "Enver Paşa"

"Kurulan hayal, duyulan öfke, hazneye verilmiş mermi ve yarım kalmış bir türküdür Enver Paşa…"

Onun adı, yalnızca bir komutanın, bir devlet adamının adı değildir; o, kutlu bir hayalin ete kemiğe bürünmüş hâlidir. Bir milletin yeniden diriliş hayalinin, ufka sürülen atların nal sesinde yankılanan Kızılelma çağrısının adıdır.

Enver Paşa, ömrünü Türk milletine ve Kızılelma ülküsüne adamış; mazlumun ahını, esir Türk’ün duasını yüreğinde taşıyan bir serdengeçtidir. Onun gözleri, hudut çizgilerinden öteye, yalnızca haritalara değil, milletin geleceğine bakan gözlerdi. Onun atının yönü, hep güneşin doğduğu yere, Turan ufkuna dönüktü.

Bir ömür boyu peşinde koştuğu hayal, bir milletin asırlık hasretiydi. Duyduğu öfke, esaret zincirlerinin gıcırtısına; yüreğindeki ateş, Kafkas dağlarının karına meydan okuyan imanına aitti. Her adımı, tarih defterine işlenmiş bir cümle, her seferi bir dua, her yenilgisi bile bir destandı.

Ve o, yorgun bir akşam vakti, uzak diyarlarda, şehadet şerbetini içerken bile yarım kalmış türküsünü mırıldanıyordu: Kızılelma’ya yürüyüş… Onun ölümü, aslında bir bitiş değil; milletin damarlarında hâlâ dolaşan bir diriliş çağrısıdır.

Enver Paşa, bir isim değil; bir istikamet, bir davadır. Bu dava, göklerin mavi perdesine işlenmiş, yüzyılların ötesine taşmış bir ülküdür. Onun atının izi, hâlâ Orta Asya bozkırlarında rüzgârla yarışır; onun hayali, hâlâ gençlerin gözlerinde bir kıvılcım gibi yanar.

O kıvılcım, her nesilde yeniden tutuşur; tıpkı onun ruhunun, göçtüğü günden bu yana milletin vicdanında sönmeyen bir ateş gibi yaşaması gibi… Enver Paşa, yarım kalmış türküsünü bizlere bırakmıştır.

Ve biz biliyoruz ki; bir gün, o türkü tamamlanacaktır.

Gürkan DANIK 

2 Temmuz 2025 Çarşamba

Mukaddesata Dil Uzatan Kalemler ve Çürümüş Zihniyetler"

Günümüz dünyasında yeryüzü hızla değişiyor, gökyüzü başka sırlar fısıldıyor. Fakat bazı çirkin alışkanlıklar var ki, ne zamanla eskir ne de akılla terk edilir. En ihtişamlı devletlerden biri olan Türkiye Cumhuriyeti'nin bağrında, hâlâ bir milleti millet yapan inanca, mukaddesata, kültüre, örfe, ahlâka hayasızca saldıran bir güruh varlığını sürdürmekte.

Bu çürümüş zihniyet, yıllardır aynı bayat oyunu sahneye koymakta: Bir milletin en hassas değerlerine saldır, sonra geri çekil, ardından çıkan haklı tepkiyi bahane edip “bize saldırıyorlar” çığlığıyla kaosu köpürt. Bu bir eşkıya taktiğidir! Bu, düşmanın bile utanacağı bir alçaklıktır!

Son örnek Leman denilen karikatür paçavrasıdır. İki cihan güneşi, âlemlere rahmet olarak gönderilen Efendimiz Hazreti Muhammed’e yönelik hayasızca çirkinliklerini mizah diye pazarlamaya kalkıştılar. Neymiş, özgürlükmüş, hicivmiş! Ey gafiller, özgürlük ahlâksızlığın kılıfı değildir! Hiciv, fikrin kılıcıdır; alçaklığın değil!

Sorarım size: Bu milletin en değerli varlıklarını –inancını, mukaddesatını, tarihini, kültürünü– hedef alarak neyi başarmayı umuyorsunuz? Yeter artık! Başörtüsü üzerinden yıllarca yürütülen kirli tartışmalar yetmedi mi? Laikliğin gerçek anlamını bilmeden, inanç sahiplerine çemkiren cehaletiniz bu ülkeye yıllarını kaybettirmedi mi?

Dünya ateş çemberine dönmüşken, her gün binlerce mazlum gözyaşları içinde hayata tutunmaya çalışırken, sizin hâlâ milletin maneviyatını kaşımanız neyin kinidir? Türkiye'nin enerjisini, dikkatini, geleceğini çalmaya doyamadınız mı?

Oysa bize düşen; bilimde ilerlemek, teknolojide söz sahibi olmak, coğrafyamızın kaderini tayin eden gelişmelere odaklanmaktır. Ama siz hâlâ bu milletin sinir uçlarıyla oynuyor, kutsalına saldırıyor, sonra da mağduru oynuyorsunuz.

Kalem… Allah’ın ilk yarattığı şey. O kalem ki, arş-ı âlâya ilk olarak “La İlahe İllallah Muhammeden Resulullah” yazdı. İşte o kalemin değeriyle yazanlar, insanlığa ışık olur. Ama günümüzde kalem değil, şahsiyet satılmakta. Kalemi şeytanî niyetlerle oynatanlar, bu milletin ne inancını anlayabilir ne de kıyamete kadar sönmeyecek olan imanını silebilir.

Biliniz ki bu milletin kutsalı sizin çizgilerinizle sınırlanmaz. Bu milletin inancı, sizin kalem oyunlarınızla sarsılmaz. Bu topraklarda peygambere dil uzatmak, mukaddesata kin kusmak özgürlük değil; açık bir vatan hainliğidir. Bu değerlerin mizahı da, şakası da, “eleştirisi” de olmaz! Çünkü bu değerler milletin omurgasıdır. Omurga kırılırsa, millet düşer.

Biz düşmeyeceğiz. Biz susmayacağız. Çünkü bu topraklar üzerinde ameliyat yapmak isteyenlere karşı her birimiz bir neferiz. Ve unutulmasın:

Kalemle savaş açanlara karşı, kalemle siper kazmaya devam edeceğiz!

16 Haziran 2025 Pazartesi

Sahte Savaş Gerçek Zulüm


Zalimlerin sahneye koyduğu yeni bir oyun, eski bir senaryo ve her defasında aynı perde: Kan, gözyaşı ve sessizlik... İran ile İsrail arasında yükselen gerilim, aslında yüzyıllardır devam eden bir tiyatronun yalnızca bir sahnesi. Perde önünde kılıçlar çekilmiş, füze atışları ve meydan okumalarla süslenmiş bir kavga var. Ama perde arkasında petrol haritaları, silah satış grafikleri, lobi planları ve kirli bir dostluğun utanç verici kahkahaları yankılanıyor.


İran, Suriye'de, Lübnan'da, Yemen'de ve Irak’ta Şii yayılmacılığının hamisi olmuş; mezhebi kullanarak emperyalist bir oyun kurmuştur. Her ne kadar “anti-Siyonist” pozlarında kararlı gibi görünse de, İsrail sınırlarında hiçbir ciddi tehdit oluşturamamış, sadece sembolik cümlelerle İsrail’i “yok edeceğini” söylemekle yetinmiştir. Çünkü İran’ın asıl derdi Filistin değil, kendi rejiminin bekasıdır. Tıpkı yıllar önceki gibi, İsrail ile gerilim tırmandıkça iç muhalefet susturulur, sokaklar boşalır, propaganda dolu duvar yazıları yeniden boyanır. Ve sonra tüm dünya, İran’ın kendi halkına yaptığı zulmü unutup “büyük düşman” İsrail'e odaklanır.

İsrail ise bu oyunun diğer yüzüdür. Gazze'yi ateşe vermiş, çocukları hedef almış, hastaneleri bombalamış, insaniyeti yerle yeksan etmişken, “İran tehdidi” ile dünya medyasının dikkatini başka yöne çekmeye çalışıyor. Kendi barbarlığını örtbas etmek için her fırsatta yeni bir düşman karikatürü çiziyor. Oysa İran düşmanlığı, İsrail için sadece geçici bir sis perdesidir. Gerçekte istedikleri, Gazze’de işlenen insanlık suçlarını dünyaya unutturmak ve kendi içindeki muhalif sesleri kısmaktır.

Ve ne yazık ki, bu sahte savaşın gerçek kazananları belli: Silah tüccarları, petrol baronları ve küresel emperyalizmin maskesiz yüzü. Her atılan roket, her düşen bomba dolar olarak geri dönüyor birilerinin kasasına. Göz göre göre işlenen zulmün faturası yine mazlumlara kesiliyor; evsiz kalanlar, yetim kalanlar, toprağa düşen çocuklar oluyor.

İşte bu yüzden artık adını bile anmak istemediğimiz bu iki rejim, aslında iki düşman değil; tek bir küfrün iki yüzüdür. Aynı şeytani aklın ürünü, aynı karanlık planın figüranlarıdır. Biri Şii yayılmacılığı ile diğeri Siyonist vahşetiyle bu ümmeti içten içe kemiriyor. Ve her seferinde Müslümanlar kaybediyor, her seferinde coğrafyamız biraz daha kanıyor.

Oysa bizim birliğimiz, onların korkusudur. Bizim vicdanımız onların sonudur. Bizim suskunluğumuz ise maalesef onların cüretini besliyor

Gürkan DANIK
13.06.2025

16 Mayıs 2025 Cuma

"İttihat ve Terakki: Kızılelma’ya Adanmış Alın Terinin, Şehadet Kanının, Umudun ve Ateşin Hikâyesi"

Bir çakı düşünün. Sustasına basıldığında ölüme saplanan bir azim fışkırıyor. İşte İttihat ve Terakki tam da böyle bir çakıydı: Küresel haçlı cephesine karşı, sararmış haritaların üstüne yeniden Turan’ın kızıl izlerini çizen bir sustalı irade.

Modern tarihin, galiplerin mürekkebiyle yazdığı satır aralarında, kaybedenlerin değil kayıpların onuru yatar. O onur ki; Yemen çöllerinde susuzluktan kurumuş dillerden düşen duaları sakladı. O onur ki; Sarıkamış’ta beyaz bir kefene bürünüp karların altından Kafkasya’ya uzandı. O onur ki; Çanakkale’de, toprağın bağrına düşerken “Vatan sağ olsun” diyenlerin son nefesi idi. O onur ki, Kut’ül Amâre’de İngiliz'e diz çöktüren aklın, bileğin ve imanın zaferi idi. 

Ve bir Enver Paşa var idi bu onur ve şeref ordusunun komutanı idi. Bir idealdir, bir sevdadır, bir rüyadır o. Yalnızdır ama ümitsiz değildir. Cihan’a meydan okumuş, çölleri yutmuş, dağları aşmış bir Turan sevdalısıdır. Bakmayın bugünün “yüzeysel tarihçilerine”; Enver’in gözlerindeki parıltı, sadece bir harbin değil, bir inancın, bir ideolojinin, bir milletin özüdür. Ve o özün adı: Kızılelma’dır.

İttihatçılar… Onlar ne bir parti, ne bir cemiyet… Onlar tarihin direnişe susadığı bir dönemde “Namusumuzdur Vatan!” diyen son neferlerdi. Onlar; haritanın üstüne mürekkep değil kan dökenlerdi. Talat Paşa’nın kalemiyle kurduğu strateji, Cemal Paşa’nın süngüsüyle işlenmişti. Her biri, Allah’ın Türk milletine yazdığı son destanın gizli öznesiydi.

Ve elbette Teşkilat-ı Mahsusa… Bugün istihbarat dendiğinde, şifrelerin arasında değil, yüreğin derinliklerinde aranması gereken bir isimdir Kuşçubaşı Eşref. O ki; İngiliz emperyalizmini Mekke'de, Medine’de, Afrika’da göğsüyle durdurdu. Onun her adımı, bir dua, her izi bir dava. Yanında ise Zenci Musa siyah teninin altında bembeyaz bir Türk sevdası taşıyan adam… İmanın, vefanın, adamlığın vücut bulmuş haliydi Musa.

Kızılelma, onlar için masal değil, menzildi. İttihatçılar için devlet sadece sınırlarla çizilmiş bir alan değil, şuurla çevrilmiş bir vatandı. Onlar için bayrak bir bez değil, şehit kanıyla yıkanmış bir iman sembolüydü. Ve onların nazarında “Vatan” sadece Anadolu değil, gönül coğrafyamızın tamamıydı: Bakü’den Trablusgarp’a, Galiçya’dan Halep’e…

Yemen'de yandılar. Sarıkamış’ta donarak şehadeti giydiler. Çanakkale’de imanla kurşunu durdurdular. Balkanlar’da, Kafkaslar’da, Ortadoğu’da kıyamete çağırılan bir milletin kefensiz yiğitleriydi onlar.

Şimdi dön ve bak: Bu ülkenin üzerine çökmüş yılgınlığa, teslimiyete, umutsuzluğa... Bugünün suskunluğu, onların haykırışıyla kıyaslanır mı? Hangi diplomasi, hangi toplantı, hangi açıklama; Enver’in at sırtında çölleri aşan gölgesine denk düşebilir?

İttihat ve Terakki, bir fikir hareketidir. Bir milletin yeniden doğuşunu hazırlayan, Cumhuriyetin harcına kendi kanını katan bir devrimci ruhtur. İdealleri uğruna ölmeyi göze alanların adıdır.

Bugün, hâlâ birileri vatanı satmanın yollarını ararken, biz hâlâ “Vatan, bayrak ve namus” diyen o 40 deliyi hatırlıyoruz. Çünkü biz biliriz ki; bir milletin hafızası yoksa geleceği de olmaz.

Onlar ki sustalı çakı gibiydi. Bir kez açıldılar mı, kapanmadılar. Ve şimdi zaman, o çakının yeniden açılma vaktidir.


8 Mayıs 2025 Perşembe

"Kuklalar Değişir, Kuklacı Hep Aynıdır:" Pakistan’ın Direnişi, Emperyalizmin Yeni Cephesi"

 


Dünya, bir kez daha sahnelenen bir oyunun perde arkasına kör bakıyor. Hindistan ile Pakistan arasında tırmanan gerilim, sanıldığı gibi yalnızca iki komşu ülkenin sınır çekişmesi değil. Bu, modern emperyalizmin Ortadoğu’dan Güney Asya’ya uzanan yeni cephe açma stratejisidir. Kuklalar değişiyor ama kuklacı hep aynı kalıyor.


ABD’nin son yıllarda Hindistan’a yaptığı trilyon dolarlık yatırımlar, askeri anlaşmalar, yapay zekâdan savunma sanayiine kadar geniş yelpazede gerçekleşen teknoloji transferleri, bölgenin “yeni jandarması”nı yaratma projesinin parçalarıdır. Ancak önlerinde büyük bir engel vardı: Nükleer güce sahip, bağımsız duruşuyla bölgesel denklemi bozan tek Müslüman ülke; PAKİSTAN.

İmran Khan, bir halk uyanışının adı olmuştu.
Pakistan halkının onuru, adaleti ve bağımsızlığı için yola çıkan bu lider, emperyalizmin oyuncağı olmak istemedi. Tam da bu noktada devreye giren dış destekli yapılar, içeriden yıkım planını devreye aldı. Khan tutuklandı, susturuldu. Ardından sahne değişti: Savaş provokasyonu.

Peki bu kriz kimin işine yarıyor?
Silah sanayisinin, yeni dünya düzeni inşacılarının, coğrafyaları şekillendirme peşindeki güçlerin… Herkesin ama insanlığın değil.

Bu çatışma sadece Hindistan ile Pakistan arasında değil. Bu, İslam dünyasına karşı başlatılmış yeni bir cephedir.  Irak’ta, Suriye’de, Libya’da, Afganistan’da kaybedilen kontrolü şimdi Keşmir üzerinden yeniden ele alma çabasıdır. Bölgeyi nükleer bir uçuruma sürüklemek, aynı anda hem Müslüman dünyayı hem Asya’yı dizayn etmenin yoludur.

Ama unuttukları bir şey var: Direnişin adı Pakistan’dır.
Bu ülke, geçmişte olduğu gibi bugün de emperyalizme karşı dik durmayı bilmiştir. Nükleer gücünü bir tehdit unsuru olarak değil, bir denge unsuru olarak koruyan Pakistan, şimdi yalnız değildir.

Türkiye-Pakistan kardeşliği, tarihin en onurlu bağlarından biridir. Bu iki ülke, sadece askeri değil, kalbi ve vicdani olarak da birdir. Geçmişte Çanakkale Savaşında kollarındaki bilezikleri satıp yardım gönderen Pakistanlıların torunları, bugün aynı ruha sahiptir. Türkiye ise, emperyalizmin her koldan saldırdığı bu yeni dönemde, dostunun yanında yer almak zorundadır.

Bu yazı bir çağrıdır:
Müslüman coğrafyalara çizilen haritalara, kurulmak istenen yeni oyunlara karşı ortak bir aklın, ortak bir vicdanın sesi olmalıdır. Silahların değil adaletin konuştuğu bir dünya için, Pakistan’ın haklı mücadelesini anlamak ve anlatmak, insanlığın borcudur.

Ve unutulmasın: Kuklalar değişir, ama kuklacı hep aynıdır.

5 Mayıs 2025 Pazartesi

HIZIR VE İLYAS’IN ÖZLEMİ: HIDIRELLEZ

Bir milletin hafızası tarihte değil, yaşattığı geleneklerdedir. Ve gelenekler, tarihin ete kemiğe bürünmüş hâlidir. Anadolu dediğimiz bu kutlu toprak parçası, yalnızca haritada bir yer değildir; ruhların buluştuğu, kalplerin kaynaştığı, gökyüzüyle yeryüzünün dua ile birleştiği bir menzildir. İşte Hıdırellez, bu menzilin en latif, en içli, en dualı duraklarından biridir.

Her geleni Hızır bilmek… Her olayı hayır saymak… Bu, bizim kültürümüzün kadim şiarıdır. Mazlumun elinden tutanı, açın sofrasına bir dilim ekmek uzatanı, yolda kalanın yükünü omuzlayanı “Hızır geldi” diye anar bu millet. Çünkü Hızır olmak, bir kimlik değil; bir ahlâktır bizde.

Denizlerin ötesinden gelen, dalgaları delen, umudu yitirmiş gönüllere yol gösteren İlyas ile gönül yollarının rehberi Hızır’ın buluştuğu gündür Hıdırellez. Bu buluşma, sıradan bir vakit değil, rahmetin, bereketin, duanın coğrafyamıza iniş anıdır. Anadolu insanı bu günü sadece kutlamaz, yaşar… Çiçekler toplanır, dilekler tutulur, ateşler yakılır, dualar edilir. Ama hepsinden öte, gönüller birleşir, eller kavuşur, gözler gülümser.

Birliktir Hıdırellez. Beraberliktir. Dilin sevgiye dönüştüğü, yüreğin şifaya kavuştuğu gündür. Evlat hasretiyle yanan bir anaya, işsizliğin yükünü çeken bir babaya, evlenme hayali kuran bir genç kıza, iflah olmaz sandığı derdine derman arayan bir dertliye “sabret” diyen manevi bir işarettir.

Bugün, küreselleşmenin tek tipleştiren rüzgarına karşı, geleneklerimiz sığınılacak bir limandır. Çünkü gelenek, geçmişin küllerini değil; korunu taşır. Hıdırellez, bu korun adıdır. Ve biz bu koru yaşatmazsak, kimse bizim yerimize bu ateşi yakmaz. Unutulmamalıdır: Hafızasını kaybeden millet, kendini de kaybeder.

“Kültür, insanın insanca yaşamasıdır.” Hıdırellez de bu insanca yaşamanın, ortak duyguda buluşmanın, kıyıda köşede kalmış gönülleri hatırlamanın kültürüdür. Öyleyse bu kadim geleneği bizi biz yapan değerlerin timsali olarak korumalı, yaşatmalı ve nesilden nesile aktarmalıyız.

Hızır’ın soluğu, İlyas’ın sesi, bu topraklarda yankılanmaya devam etsin… Darda kalanlara yoldaş, umudunu yitirenlere nefes, kavuşamayanlara vuslat olsun. Her geleni Hızır bilip, her gönüle İlyas gibi dokunmak ümidiyle…

3 Mayıs 2025 Cumartesi

Adı Türk Yükü Cihan "3 Mayıs Türkçülük Günü"

Allah onlara "Türk" adını verdi ve onları yeryüzüne hakim kıldı. 

Bu öyle bir isimdir ki, dağların rüzgarında yankılanır, çöllerin suskunluğunda bile haykırır. Divan-ı Lügati’t Türk’teki o yüce kelamın sırrını erenler bilir: Bu millet, yeryüzüne sadece hükmetmek için değil; zulmün karşısında dimdik durmak, mazluma kol kanat germek, adaletin temsilcisi olmak için gönderildi.

Bin yıllardır devam eden ve kıyamete kadar sürecek bir nöbetin adıdır Türk. Kılıcı adaletin kınından çekildi mi; Zalim titrer, mazlum dua eder.

Bir kişi kalsa da, küllerinden devlet çıkaran iradenin adıdır Türk. Esareti şanına yakıştırmayan, toprağa diz çöker ama zalime asla

Çünkü Türk, Allah’ın ordusudur. 

Ve bu öyle bir ordudur ki, Akif’in dizelerinde bile dua olur:

"Şu kopan fırtına Türk ordusudur Ya Rabbi...

Senin uğrunda ölen ordu budur Ya Rabbi…

Ta ki yükselsin ezanlarla müeyyed namın,

Galip et çünkü bu son ordusudur İslam’ın!"

İşte bu millet, yalnız kendisi için değil; göğsünde Doğu Türkistan'ın sessiz feryadını, Filistinli çocuğun gözyaşını, Kerkük’teki yaslı annenin duasını taşır. Bayrağı, sadece gökte değil gönülde de dalgalanır. Çünkü o bayrak; kanla yazılmış tarihin, imanla kurulmuş medeniyetin sembolüdür.

Çünkü Adı Türk olanın yükü cihan olur

Türkün Kızılelması bir hayal değil, bir ülküdür. Bir sancaktır. Maziden atiye uzanan bir idealdir. Balkanlar’da bir dağ varsa, o Türk’ün gönlünde yükselir. Tuna akar ama sadece su değildir, bir medeniyetin, bir geçmişin izlerini taşır.

Ve bugün…

Bugün 3 Mayıs. Bugün fikirde, ruhda, yürekte Türk olmanın vaktidir. Bugün Atsız’ın kaleminde, Meriç’in zihninde yoğrulan o büyük kavganın, o yüksek ülkünün günüdür.

Unutulmasın:

Türkleri tarih sahnesinden çıkarırsanız geriye kalan; zalimlerin zafer nidaları ve mazlumların çığlıklarıdır.

Çünkü Türk, beklenendir.

Ve Türkçülük, bir ırkın üstünlüğü değil; bir milletin, Allah’tan aldığı emaneti yere düşürmeme gayesidir.

Atalarımızın ruhları şad olsun!

Gönül coğrafyamızda, gönüller yapmaya giden yolda; kökü mazide olan âti olabilen her Türk evladının Türkçülük Günü kutlu, kutlu, kutlu olsun!

Gürkan Danık



29 Nisan 2025 Salı

Geceyi Delip Geçen Hilâl: Kûtül-Amâre’nin Kızılelma’sı


Tarihin çehresi vardır. Kimi zaman bir sükût, kimi zaman bir feryat gibi. Kimi zaman ise bir secde gibi yere kapanır, sonra bir haykırışla ayağa kalkar. İşte 28-29 Nisan 1916... Gecenin üzerine yıldız gibi düşen bir milletin zaferidir bu tarih. Güneşin hiç batmadığı denilen imparatorluğun kalbine, Türk'ün ve İslam'ın hilaliyle bir gece çökmüştür: Kûtül-Amâre.

Kûtül-Amâre bir toprak parçası değildir sadece. Bir direniştir, bir haykırıştır. Çanakkale’den sonra küllerinden doğan bir milletin yeniden şahlanışıdır. Bu zafer, ne sadece bir askeri başarıdır ne de sadece bir taktik zaferi. Bu zafer, imkânsızlıkların içinde yeşeren bir imanın, ümmete yitirilen onurun iadesidir. Çünkü o mermi sandıklarını minber bilen ecdad, şehadeti Resul'e kavuşmak sayan bir imanla yürümüştü bu yolda.

Halil Paşa… Adı tarihe altın harflerle yazılmış, yüreğiyle coğrafya çizen komutan. Gözlerinde ümmetin yükü, ellerinde milletin kaderi. Kût’ta sadece bir düşmanı değil, bir zilleti de kuşattı. İngiliz birlikleri sadece teslim olmadı; Batı’nın doğuya giydirmeye çalıştığı esaret gömleği orada yırtıldı.

Zaferin adı Kûtül-Amâre idi, ama onun içeriği çok daha derin: Diriliş, şahlanış, hatırlayış...

Unutulmuş sandığımız kutlu ideallerin, Kızılelma’nın yeniden ufukta belirdiği andı o. Kızılelma… Yalnızca bir fetih değil, bir diriliş ülküsüdür. Kimi zaman İstanbul, kimi zaman Roma, kimi zaman göklerin ötesinde bir dava. Kûtül-Amâre, işte bu kutlu yürüyüşün çarpan yüreğidir.

Bugün Kût’ta Halil Paşa’nın sesini duymayan kulak, yarını okuyamaz. Bugün o kuşatmayı yalnızca strateji zanneden göz, milletin yürüyüşünü göremez. Çünkü o gün, millet kendi içine yürüdü. İmanına, tarihine, özüne yürüdü.

Ve şimdi bizlere düşen, bu zaferi unutmamak değil; unutturmamak. Çünkü zafer yalnızca kazanıldığında değil, hatırlandığında da yaşar.

Kûtül-Amâre Zaferi’nin yıl dönümünde, Halil Kut Paşa’yı, adını bildiğimiz ve bilmediğimiz bütün aziz şehitlerimizi rahmetle ve minnetle anıyoruz. O minberlerden yükselen ezan, o mermi sandıklarında dile gelen iman, hâlâ içimizde yankı buluyorsa, bu millet hâlâ dimdik ayaktadır.


25 Mart 2025 Salı

Vandallığın Maskesi: Özgürlük Perdesinin Ardındaki Kaos


Özgürlük… Ne büyülü bir kelime! İnsanlık tarihi boyunca zalimlerin de mazlumların da dilinden düşmeyen, kimi zaman kılıçla, kimi zaman kalemle savunulan bu kelime, bugün ne yazık ki kirli ellerde bir kamuflaja dönüşmüş durumda. Bir idealin, bir adalet arayışının değil, sokakları yangın yerine çeviren bir vandallığın kalkanı olmuş.


Demokrasi mi dediniz? Hangi demokrasi? Kamu binalarını ateşe veren, polisleri taşlayan, masum insanların ekmek kapısını yağmalayan o güruhun yaptığı mı demokrasi? Hayır! Bu, düpedüz barbarlık! Tarihin karanlık dehlizlerinden fırlamış, uygarlıkla hiçbir bağı kalmamış bir akıl tutulması.

Ve her defasında aynı sahne… Birkaç marjinal, birkaç kaos simsarının kışkırtmasıyla başlar bu oyun. Önce “hak arıyoruz” derler, sonra şehirlerin üzerine karanlık bir gölge gibi çökerler. Çöp konteynerleri barikata, kaldırımlar cephaneye dönüşür. Maskelerin ardına saklanan yüzler, kendi halkının güvenliğini sağlayan polislere saldırmayı "direniş" sanır. Onlara göre devlet otoritesi yok edilmesi gereken bir düşmandır, düzen bir hapishane, yasa bir pranga…

Ama sormak lazım: Bugüne kadar hangi medeniyet taş üzerine taş koyarak değil de taş atarak yükseldi? Hangi hak arayışı, başkasının hakkını çiğneyerek bir kazanıma dönüştü? Demokrasi dedikleri şey, sadece seslerini duyurmak için değil, başkalarının yaşam hakkını korumak için de vardır. Ama ne yazık ki özgürlük ve demokrasi, bu çetelerin elinde birer propaganda aracı haline gelmiş, hakikatin üzerini örten bir sis perdesine dönüşmüştür.

Hatırlayın! Fransız Devrimi’nde özgürlük naraları atanların, ertesi gün giyotin meydanlarında kan gölü oluşturduğunu… Hatırlayın! Bahar sandığınız isyanların, ülkeleri nasıl paramparça ettiğini, milyonlarca insanı yerinden yurdundan ettiğini… Özgürlük diyerek gelenlerin nasıl despotlara dönüştüğünü hatırlayın!

Bugün de aynı oyun sahnede. Senaryoyu yazanlar, perde arkasında kahkahalar atarken, figüranlar sokaklarda devletin otoritesine meydan okuyor. Ama bilmezler ki devlet, bir çınar gibidir. Rüzgarlar onu sallayabilir, dallarını kırabilir ama kökleri sağlam olan bir çınarı yerinden sökemezler. Türkiye, bu tür sokak mühendislerinin oyunlarına düşmeyecek kadar büyük bir devlettir. Tarih boyunca nice isyanları, nice provokasyonları atlattı ve her seferinde daha güçlü ayağa kalktı.

Özgürlüğün de, demokrasinin de bir ahlakı vardır. Özgürlük, başkasının hakkını gasp etmek değil, ona saygı duymaktır. Demokrasi, taş atarak, ateş yakarak, güvenlik güçlerini linç etmeye çalışarak değil, fikirle, akılla ve medeniyetle savunulur. Ama anlaşılan o ki, bazıları ne medeniyeti bilir, ne ahlakı… Onlar için tek gerçek, kaostur. Ve kaos, hiçbir zaman bir toplumu ileri götürmemiştir.

Son söz… Tarih bu kirli oyunları çok gördü. Her defasında sahneye yeni kuklalar sürüldü, yeni maskeler takıldı. Ama gerçek değişmedi: Devlet yıkılmaz, millet kandırılmaz! Ve en önemlisi, kirli ellerin özgürlük diye sunduğu kaos, sonunda her zaman gerçek adalet duvarına çarpar.

Cemil Meriç’in dediği gibi:
"İlim cehaletin, fikir dogmatizmin, ışık karanlığın düşmanıdır. Ve medeniyet, yangın çıkaranlarla değil, o yangını söndürenlerle inşa edilir!"

17 Mart 2025 Pazartesi

Hayal Kurmak: Gerçeğin Tohumu

 


Tarih, hayal kuranların mülküdür. İnsan aklına düşen her büyük değişim, her kutlu fetih, her medeniyet inşası önce bir hayal ile başlamıştır. Hakikatin kapısı, ancak hayali olanların önünde aralanır. Türk Milleti, tarih sahnesine çıktığı günden bu yana hayallerini istikamet bilmiş, Kızılelma uğruna nice seferlere çıkmış, olmaz denileni oldurmuş, mazluma kardeş, zalime ise yıkılmaz bir kale olmuştur.


Kızılelma… Sadece bir hedef değil, bir ruh, bir ülkü, bir inançtır. Gök kubbenin altında özgürlüğü ve adaleti arayan her Türk, bu idealin bir neferidir. Oğuz Kağan'ın hayali, Bilge Kağan'ın öğüdü, Fatih’in fethi, Yavuz’un yürüyüşü hep bu ideallerin ete kemiğe bürünmüş hâlidir. Hayal kurmak, sadece bir anlık dalgınlık değildir; gerçeğin ilk adımı, kaderin çağrısıdır.

Hakikat, ona inananların peşinden gider. Kendi hayalini kuramayan, başkalarının rüyasında figüran olmaya mahkûmdur. Oysa biz, hayalleriyle çağ açıp çağ kapatan bir milletin çocuklarıyız. Bizim için hayal, sadece bireysel bir tutku değil, milletin kaderini şekillendiren bir kudrettir. Şayet bir idealin uğruna yanmazsan, eğer bir sevdanın, bir davanın, bir vatanın hasretiyle içini kor ateş sarmıyorsa, sen henüz yaşamaya başlamamışsın demektir.

Sevmek de bir hayaldir, lakin kuru bir hülya değil, hakikatin en derin tezahürüdür. İnsan, sevdiği için hayal kurar, onunla bir ömür boyu aynı yolda yürümeyi diler. Gerçek sevda, gönlün en saf köşesinde filizlenir ve Allah rızası için sevmenin şuuruyla büyür. Bir yâr için yanmak, onun için mücadele etmek, onu kazanmak için hayal kurmak, tıpkı vatan ve bayrak aşkı gibi kutlu bir istikamettir. Çünkü hakiki sevgi, fedakârlık ister; meşakkate talip olanın yüreği, aşkın kor ateşinde yanar ve ancak bu yangın, insanı hakikate ulaştırır.

Zamanın girdabında savrulan, yönünü yitiren nesillerin en büyük kaybı, hayal kurma kudretini yitirmeleridir. Oysa hayal, insanın iradesini bileyen, onu mücadeleye çağıran bir sestir. Ecdadımız, hayal edip yola çıkmasaydı, bu kutlu toprakları bize vatan kılamazdı. Bugün, ayak bastığımız her karış toprak, bir idealin, bir hayalin, bir fedakârlığın eseridir.

Dünya, iyilerle kötülerin mücadelesine sahne olmaya devam ediyor. Bizlere düşen, hayallerimizi kaybetmemek, ideallerimize sımsıkı sarılmak ve büyük yürüyüşümüze devam etmektir. Zira tarih, yalnızca düşünenlerin, mücadele edenlerin ve hayal kurmaktan vazgeçmeyenlerin mirasıdır.

Gürkan DANIK 

19 Ocak 2025 Pazar

Köklerden Göklere: "İki Tohum Bir Kader"

 


Toprak, hava, su ve ateş kainatın bu dört direği üzerinde duruyor. İlk nefeste herkesin göğsünü aynı nefes şişiriyor, son nefeste aynı toprak örtüyor her şeyin üzerini. İki tohum ekiyorsun kara yerin bağrına, ikisine de aynı berrak suyu veriyorsun köküne can gelsin diye, aynı havayı teneffüs ediyor boy verirken. Ama birisi zakkum oluyor, diğeri ise gül. Zakkum da yaşar bu toprağın üzerinde, gülde, ama zakkum zehrini salarsa ortalığa, bahçenin sahibine düşen onu söküp atmak olur. Ateş olup mazlumu yakacak olan olursa, söndürecek suda bitmez bizim topraklarda, külünü dağıtacak rüzgarda...


Ve işte bu topraklarda, her bir damla kan, birer damla tarih gibidir. Birer iz, birer veda, birer yemin. Gözlerimizdeki ateş, yüreğimizdeki sevda, sadece bu toprakların değil, milletin, vatanın en derin özüdür. Çölün ortasında bir serhat, dağların ardında bir direniş var. Her adımda, her nefeste, her bakışta toprağımıza, milletimize, yârimize olan bağlılığımızı yeniden buluruz.

Vatan, toprağında büyüyen her çiçekten, her fidanından, her oğlu ve kızından daha büyük bir aşkla sevilir. Göklerin en yüksek yerinde, dağların en sarp yamaçlarında, denizlerin en derin maviliklerinde hep bir yâr aşkı yankı bulur. Gözlerimizdeki sevda, bir milletin rüyasında yer alan yıldızlar gibi parlar. Her adımda, her gözyaşında, her zaferde milletin en derin özlemi yankı bulur.

Bu topraklarda büyüyen her insan, birer kahraman, birer efsane olur. Çünkü toprak, sadece tarla değil, aynı zamanda bir vatanın temelleridir. Bütün bu dört direk, bizim, milletimizin, tarihimizin, kahramanlarımızın simgesidir. Tıpkı ateşin, suyun, havanın ve toprağın evrimleştiği gibi, millet de bu topraklarda şekillenir, büyür ve sonsuza kadar var olur.

Sevdamız, bu toprakların köklerinde gizlidir. Yâr aşkı, bu toprakların damarlarında akar. Her bir kelime, her bir dua, her bir yemin, bizim vatanımıza, milletimize olan sevgimizin birer simgesidir. Bütün bu dört direğin gücüyle, yüce milletimiz ebediyen yükselmeye devam edecektir.

Gürkan DANIK 

16 Ocak 2025 Perşembe

"Ateşkes Aldatmasın: Mücadele ve İdealler Unutulmasın"

 

Tarih, acımasız bir öğretmendir. İnsanlık unutursa, aynı hataları tekrar yapar. Aliya İzzetbegoviç'in "Unutulan soykırım, tekrarlanır" sözleri, bugün Gazze’nin yıkımının ardından hafızalarımıza kazınması gereken bir uyarıdır. Gazze, yıllardır süregelen zulüm ve insanlık dışı saldırılarla dünyanın gözleri önünde bir soykırımı yaşıyor. Evler yerle bir edilirken, çocuklar yetim, anneler ağıtlarla yıkılmış meydanlarda baş başa kalıyor. Bu acı, sadece bir milletin değil, insanlığın vicdanını sınayan bir utançtır.


İsrail ve Gazze arasında şuanda gündem de olan ateşkes anlaşması özgür Filistin için önemli bir başarı olarak kabul edilsede hala herşey bitmiş değildir. 1948'den günümüze kadar İsrail ve Filistin arasında defalarca kez çatışmalar yaşanmış ve kabul edilen her ateşkes anlaşması sonrasında daha büyük yıkımlar daha büyük sorunlar yaşanmıştır. Batı Şeria, Gazze Şeridi, Golon Tepeleri ve daha nice stratejik bölge ve birçok ülke bu çatışmaların tarih boyunca şahididir. Tüm çatışmalar sonrasında elde kalan sonuç yıkılmış ve virane halde kalmış ve binlerce canını kaybetmiş mazlum Filistin coğrafyasıdır.

İsrail, uluslararası hukuku hiçe sayarak gerçekleştirdiği insan hakları ihlalleriyle sadece Gazze halkını değil, insanlığın ortak değerlerini hedef alıyor. Arz-ı Mev’ud hayaliyle hareket eden İsrail’in stratejik planları karşısında, Gazze halkının mücadele ruhu sadece fiziksel direnişle değil, aynı zamanda bir ideal uğruna yeniden şekillendirilmelidir.

Bir milletin kurtuluşu, silahlardan önce ideallerle başlar. Mehmet Akif Ersoy'un “Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklal!” sözlerinde olduğu gibi, Gazze’nin de özgürlüğe giden yolu, kutsal bir dava etrafında birleşmesinden geçmektedir. Bugün Kudüs’ü bir Kızılelma, bir mefkûre bilerek yetişen nesiller, yarın bu davayı yalnızca korumakla kalmayacak, aynı zamanda insanlığın vicdanına ses olacaklardır.

Gazze’nin yaraları derindir, ancak bu yaralar ve tekrardan imzalanan bu ateşkes süreci yeni bir direnişin başlangıcı olmalıdır. İnsanlık, Filistin halkının onurlu mücadelesinden ilham almalı ve onların bu mücadelesine destek olmalıdır. Gazze, geçmişin yıkıntılarında bir gelecek inşa etmek istiyorsa, stratejik bir vizyonla hareket etmelidir. Eğitim, kültür ve teknoloji alanında güçlü adımlar atarak, kendini gelecekteki saldırılara karşı savunacak bir yapıya kavuşmalıdır.

İsrail’in her türlü saldırısına ve sistematik zulmüne rağmen, Gazze’nin geleceği, elleri kanla yoğrulmuş zalimlere teslim edilmeyecek kadar değerlidir. Bu gelecek, ideallerle büyüyen bir neslin ellerinde şekillenecektir. Nasıl ki İsrail, bir hayal uğruna hareket ediyorsa, Gazze de Kudüs davasını bir Kızılelma bilmelidir. Bu dava, sadece Gazze’nin değil, tüm İslam âleminin ortak vicdanını ve mücadele ruhunu temsil etmektedir.

Sonuç olarak, Gazze halkının mücadelesi, sadece bir coğrafyanın özgürleşmesi değil, insanlığın onurunun korunmasıdır. Bugün sessiz kalan dünya, yarın bu zulmün yıkıntıları altında kalacaktır. Mehmet Akif’in dediği gibi:
"Sahipsiz vatanın batması haktır, sen sahip çıkarsan bu vatan batmayacaktır."
Gazze’nin vatanı da, ideali de sahiplenilmeyi bekliyor. Unutmayalım ki, unuttuğumuz her acı, tekrar yaşanmak üzere tarih sahnesine geri döner. Gazze’nin Kızılelma’sı, Kudüs davasının yüceliğinde saklıdır ve bu dava, nesiller boyunca sürecek bir mücadeleye ışık tutmalıdır.

Gürkan DANIK